24 Aralık 2013 Salı

Koleksiyoncu


İki karakter, bir mekan kullanılarak yaratılmış derin bir roman.

Kelebek koleksiyoncusu Ferdinand, hayat dolu bir resim öğrencisi olan Miranda'ya aşıktır. Koleksiyoncu, genç kadını kaçırarak bir mahzene(bodrum-zindan da denebilir) kapatır. Roman üç bölümden oluşmakta. İlk bölüm, koleksiyoncunun gözünden kaçırma ve sonrasındaki süreci anlatır. Bu bölümde kullanılan yavan dil, anlatıcının aşka  bakışı ve geçmişine ait izleri ile koleksiyoncu zihne kazınır. İkinci bölümün tamamı genç kadının tutsak olduğu süre boyunca tuttuğu günlüklerdir. İlk bölümdeki hikaye, genç kadının bakış açısından yeniden anlatılmaktadır. Üçüncü bölüm merakla beklediğimiz ama aslında bildiğimiz finaldir. 
Yapısı bu kadar basittir romanın. Kullanılan dil de bir o kadar basittir.
Ama hiç bir şey basit değil bu romanda. Bir solukta okuduğum roman bir gülle gibi geliverdi üzerime. Aslında metnin pek çok şeyi işaret ettiğini, okuma bitirdikten daha sonra farkettim.

Peki, bir antikahraman hatta  işkenceciyle nasıl empati kurmuştum? Ya tutsak tutulan kadın ile kurduğum ilişki? 

Koleksiyoncu içinde yaşadığım bu yığın gibi, ya ben/sen/o?

Biriktirilen, bir kenara koyulan, kimsenin ilgisini çekmeyen ölü yaşamlar? nasıl da çok

Gecmişte itilenlerin iktidarlarında kin ve sevgi birbirine benziyor:
Sevgiyle kurutulmuş yaşamları insanımızın? 
Ya da Sevgiyle birbirimizi boğma halimiz? Oysa çok sevmiş, altından kafeslere koymuştuk. 

Koleksiyoncunun, yok olmak üzere olan "aşkına" yardım etmek isteyip "elinden gelememe" hali?  Ve sonra yitirilen yok gibi, yeni "aşkı" karşılaması; bildiğimiz öyküsü hayatın? 


19 Aralık 2013 Perşembe

Yetim Hakkı

Nur topu gibi bir oğlan, pak yüzlü, al yanaklı, kiraz dudaklı, tüyü bitmemiş Süleyman. Okuyamadı sonuna kadar,  orta! başlamadan terk. Babası  inşaatta sıva yaparken, kararıvermiş gözü;  kat-kat, pat! düşüvermiş boşluğa. Anacığı çırpındı durdu da, kanatları uçuramadı Süleyman'ı. "Yetime hak" diye buyurdu muhtar, çırak oldu Süleyman, mahalledeki berberin dükkanına.

Çırak Süleyman, havlu sarar boyunlara. Eli titrer geçirirken iğneyi havlunun uçlarına. Ah o çatık kaşların altındaki kem gözler! Süzerler; boynu bükülen, kiraz dudakları büzülen Süleyman'ı. Berber başlar Allah'ın iziniyle, kırt kırt da kırt kırt...

"Süleyman!"

Titrek eller iğneyi çıkarır. Havluyu yuğurur. Fırçayı pudralar. Usta alır sertçe! fırçayı, ufak ellerden.

İki çift göz süzerken Süleymanı; O, kapar havluyu dışarıya silkeleyip asar. Bir derin nefesle içeri girer Süleyman. Usta göz eder, Süleyman kolonya tutar. Kokusu gezinirken kolonyanın, kem gözler Süleyman'ı seyre dalar. Dil yavaştan çıkar, dudakları yalar. Yalanan dudaklar, pütürlü suratta sağa sola kayar. Bakmaz da, görür al yanaklı Süleyman.

Gece çöker berber dükkanına. Yerde süpürülecek kıl kalmaz. Süleyman'a izin var, dükkandan çıkar. Dışarıda kem gözler, Süleyman'ın ufak gövdesi tir-tir titrer.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Sultan ve Şair

Sema Kaygusuz 'un yeni kitabı; haberini alır almaz  kendimi kitapçıda buldum. Kitabı elime alıp merak uyandırıcı kapak resminin üzerinde "oyun" ibaresini görüdüğümde yaşadığım hayalkırıklığı ve Kaygusuz'un eserini kavrayamam endişesi nedeniyle, buruk bir utanç hissettim.

Edebiyat dünyasını geç keşfettim. Arayı kapamak için hevesle çalışıyorum. Bunca çalışmaya karşın ömründe hiç oyun okumamış olmak zavallıca bir duygu. Bir metne "oyun" olduğu için mesafeli durmak olmaz diye düşünüp başladım okumaya. 

Sultan ve şair, ilk cümlesinden son cümlesine mekanın ve olayın içine mıhladı beni. Sahnelerde kullanılan dialoglarla tarihin kanlı delhizlerinde ilerlerken, tanığı oldum katliamlar zihnimde lüferin acı çığlığıyla canlandı. Yaşananlara izleyici olmanın, deva olmayacağını bilerek çıkardığım cılız seslerin verdiği utançla, soluduğum zamandan çıktım. 

Güneşli bir sonbahar sabahı Galata köprüsünde bir balık avındayız. Sultan bundan bin yıl önce düşmana esir düşmüş olan Şairi kurtarmış.  “Şiir kutsala sövmüş”, Sultan da görünmez mızrağını Şair’in göğsüne saplamış. Yıllar sonra Sultan Şair’i bulur ve ondan mızrağını ister: 
şair — deme ya, nasıl bir mızraktı bu? 
sultan — şahane bir işçiliği vardı. hindistan hükümdarının sünnet hediyesiydi. yakut ve zümrütlerle bezeli kabzası beyaz yeşim taşındandı. kabzanın tam bitimindeki kûfi süslemelere bakmaya doyamazdım. bıçak kısmı demirdendi tabii. işte ben bu şahane mızrağı tam göğsünüzün ortasına sapladım. sizden böğürtü gibi bir ses çıktı, can havliyle bileğimi tuttunuz, derken gözleriniz matlaştı, gerisini hatırlamıyorum. şair canı yanmışçasına göğsünü sıvazlar. 
şair — peki ne zaman oldu bu? 
sultan — herhalde bin yıl kadar önce, tarihini tam bilmiyorum… ne var ki olayı anbean hatırlıyorum. 
şair — (alaylı) bir saniye bir saniye biraz yavaş olalım… hatırladığın adamın bizzat şahsım olduğundan emin misin? 
sultan — elbette, sizi nerede olsa tanırım. 
şair — biraz daha açık olalım, senin tarafından öldürülen adam olduğumu mu söylüyorsun, yoksa öldürdüğün adamın ben olduğunu mu? 
sultan — ne fark eder? ikisi de aynı anlama geliyor. 
şair — olur mu yahu? ölü adamın niteliği burada çok önemli. birinde ölü adam olarak ben özneyim, nasıl hatırladığına bağlı olarak… ama diğerinde cinayetin nesnesiyim ki bu benim açımdan çok daha feci.” 
İkinci sahnede Sultan bin yıl önce Şair’in kellesini almıştır ancak ibreti alem olsun diye sokaklarda gezdirirken kelleyi kaybetmiştir. Yıllar sonra Şair’den kellesini ister: 
“sultan — İşin doğrusu sana verdiğim ıstıraba vurgunum ben.
şair — Benim kesik kafama
sultan — Tanrı senin kesik kafanın içindeki bin yıllık boşluk..
şair — Boşluk dediğin sonsuz bir açlık...”

Üçüncü sahnede sultan sairliğe öykünür:
 “şair —Benim sana söyleyecek tek bir sözüm yok delikanlı. Sen biraz balık avla bence, kuş dinle, rüzgara kapıl, bedelini ödeyeceğin aşklar yaşa, duygulan! Kıskan kirlen rezil ol, aşağılan biraz, küs, kız, dertlen, ihanete uğra sonra hakkını ara, canın kimi çekiyorsa onunla seviş, hayal kırıklığı yaşa, dizlerinin üstüne çök, gün gelir bir ihtimal hakiki şiire yer bulursun. Böyle kof dizelerle kimsenin yasını tutamazsın. Haydi bana eyvallah!” 
Dördüncü sahnede güzel bir özeti vardır tanığı olduğumuz katliamların:  


"sultan — Seni ben yakmadım
Şair— Kim yaktı peki?
sultan — Ulema yaktı"
Ve de mucizesi şiirin...


20 Kasım 2013 Çarşamba

Zübeyde

Ortaokul sıralarında henüz mayalanıp da, hafiften kabaran  çocuklardık. Memelerimiz de aklımız gibi yavaştan  kabarmaya başladıydı. Sırası gelen, gizliden yakın bildiği arkadaşına sokulur,  bir ömür yakasına yapışacak kızıl kadınlığını haber eder, merak edene naylon torbaya sarılı  patiskadan aybaşı bezlerini gösterirdi.

Bigün üst sınıflardan haber geldi, nöbetçi örtmen Zübeyde'ymiş. Boş ders oldu mu , bizim sınıftaki oğlanları çıkaracak, kızları kontrol edecekmiş. Ne kontrolü olduğunu tam anlamadık tabi. Tenefüste dedi kızlardan biri: "Sütyen, jüpon giymiş miyiz onu kontrol edecek. Sütyenin kopça yerini uzunca çekip bırakıyormuş. Sütyen kırbaç gibi yara yapıyormuş. Formanın eteğini kaldırıyormuş da jüpon giymediysen bacaklarına tahta cetvelle vuruyormuş. Arada donun temiz mi diye bile bakıyormuş." Bi korku saldı bizi "yalan!" dedik o kıza . "Yok iki gözüm yere aksın, ablam bigün ağlayarak geldiydi eve. Anneme anlatırken duydum ben" dedi.

Hiç dersimize girmemişti Zübeyde, ne örtmeniydi onu bile hiç bilmedim. Gösterdi kızlardan biri bana Zübeyde' yi: Kabarık saçlı, koca gözlüklü, pütürlü suratlı o sıska kadını. Koskoyu bööle bok gibi bi yeşil döpiyesi vardı; üstünden hiç çıkartmadığı.  "Ay bu muymuş Zübeyde" deyivermiştim. Şeytan gibi geldiydi bana o gün Zübeyde. Hınçlandım çok, Zübeyde'yi bir tekmeyle bizim mahalledeki kuyuya atasım geldi, zaten aybaşımda bitek benim olmadıydı daha.

Bir sene boyunca, Zübeyde kontrole gelir diye korkuyla bekledik ama gelmedi. Boş derslere hep Din örtmeni geldi. O da deli mi ne? Peygamberimiz efendimiz diye başlıyor anlatmaya, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, sonra sıranın tepelerine çıkıp Şeytan diye gürlüyor. Suratı kırmızıdan mora bürünerek anlatıyor; dün gitmiş de görmüş gibi cehennemi. Tövbe tövbe! Zübeyde gelse de, bari bu korkulu bekleyiş bitse, hem bundan iyidir diye geçtip durduydu içimden.

Ben de oldum bigün aybaşı. Sonra aybaşılarım aybaşılarını kovaladı. Zübeyde gelmedi. Kızlardan biriyle anlaştık birgün, takip ettik Zübeyde'yi okul çıkışı. Yüzümüzü anamızdan arakladığımız eşarplarla kapattık. Sıkıştırdık kuytuda Zübeyde'yi. Birimizin elinde tahta cetvel, ötekinde kocaman tahta pergel, yıkıntı bi evin içine soktuk  Zübeyde'yi. Sütyenini çekiştirdim, korkudan titriyordu Zübeyde, ağlamaya başladı. "Söyle Zübeyde! neden?" dedim. Yatılı okuldayken müdire hanımdan öğrenmiş kontrol etmeyi Zübeyde. Biz yatılı kalmıyoz da kontrol edilmiyoz diye üzülmüşmüş Zübeyde. Daha üstüne gidemedim, eridi bok yeşili döpiyesin içinde. Jüponuna, donuna bakmadım artık Zübeyde'nin, hem göresim de gelmedi. "Tamam Zübeyde ağlama, kalk ayağa da bidaha kontrol yapma" dedim. Çıktık yıkıntı evden koşarak. Pergelle cetveli mahalledeki kuyuya attık. Kimseye de anlatmayalım bu olayı diye kuyu başında yemin ettik.

Zübeyde okulda dolanmaz oldu, bidaha hiç karşılaşmadım. O sene mezun oldum okuldan. Zübeyde de emekli oldu dedi kızlar.




7 Kasım 2013 Perşembe

Battaniye

Kokulu dükkanlarda bulamazsın bizim gibisini. Pazar tezgahlarında alıcı bekleriz çoğu zaman. Bazen kamyonete doldurulup sokak sokak gezdirilir, megafondan ünlenen marifetlerimizi dinleriz. Fukara örten battaniyelerdeniz. Az yün, çoğu polyesterdendir içimiz. Yanlış anlaşılmasın  abiler, ısıtmada üstümüze yoktur. Müşteriler bizden pek memnundur.

Yüzü eskimiş divanlara örtü oluruz bazen. Bizlere sığınıp usulca sevişir kimisi. Ayazda titrerken bize sığınanlar olur. Kimi bebesini sarar, kimi de ölüsünü:
Ölüler de bebe kadardır bazı. Sererler bizi henüz soğumamış toprapa. Barutun ve kanın iç burkan kokusu siner üstümüze ve parçalanmış bedenleri evlatların; konar üst üste: kol, bacak, gövde, baş; fukara evlerin battaniyeleri gibi delik deşiktir. Ağıtlar yakılır, dövünürken böğürleri morarır anaların. Böyle! bizle sarılıp sarmalanır ölüler; sayemizde o parçalanmış bedenler, yekpare girer Kara Toprağa! Ruhları ise sizinle gezinir.
  
İşte marifetleri bizlerin, fukara Kürt'ün battaniyelerinin.





Soldaki foto:  28 aralık 2011 şırnak-roboski'deki köylüleri bombalayarak yapılmış olan katliamdan bir kare: 17 si çocuk 34 insanın battaniyelere sarılı ölü bedenleri.
Sağdaki foto: Cumhuriyetin 90 yılında ihtişamlı kutlamalar yapılırken İstanbulda, Şemdinli'de 8 yaşındaki Behzat Özen'in elinde, yerde bulduğu havan topu patladı. 8 yaşındaki Behzat'ın katliamından bir kare.

1 Kasım 2013 Cuma

Ağaç

"Çalışacaksın efendi, çalışacaksın mutlak!"
Çalışmakla bir sıkıntım yok, çalışırım da ben gönlümce. Amma erken emekli olanı kınıyor İstanbullu. En yakınınızdaki bile: "boş" vakitlerinizi kıskandığından mıdır, işe yaramaz para etmez bir şahsiyet olduğunuzu düşündüğünden mi? bilmem ki neden? can alıcı sözlerini inceden batırıverir kaba etinize. Düzenin çarklarında daha da yontulmaya zorlar sizi. Kendi günahını çıkarır belki, belki yalniz yontulmak istemez, belki boşlukta kaybolmanızı istemez, belki de açlıktan sefalet çekmenizi? Bilemem ben neden, ama emekli adam batıyor millete.


Erkek adam işinde gücünde yakışık alırmış.Hem canım sıkılırmış çalışmazsam: Anadoluda olsam kaveler varmış, gider muhabbet edermişim oralarda. İstanbulda kave yokmuş da, cafe varmış, onlara da cebimdeki para yetişmezmiş.
CAnım sıkılmıyor hiç?  Boş an buldumğumda ağaçlara bakıyorum efendim. Düzenin çarklarında eylerken hayatımı ne boş anım, ne de bakmaya bir ağacım vardı benim. Şimdi tüm ağaçları benim İstanbulun. Yaprakların kımıltısı, ışığın dallara- yapraklara vuruşu, rüzgarla kıpraşan renkler- sesler-hisler... Ağaçlara bakan can, nasıl sıkılır bilmem ki? Neyse bu gün ağaç olmak istiyorum...

30 Ekim 2013 Çarşamba

Kutlu olsun-1


Çağrı var cumhura: Açılacak Londra Pekin arası seferler. Akşama gök patır kütür fişeklenecek, cumhur büyülenecek. 
Donanmaları sularda, uçakları havada, tankları karada cumhuriyetimizin, askeri de seferber cumhuruyla. Haydi haydi! eller havaya, kutlu olsun nice seneler olsun inşallah.
Atam! şanımız yürüdü, tüm düvel afiyetle seyre, eciş bücüş dedikleri duaya durdu.
Atam! sen yat da, ben takam kafama bi türban. İlmim olsun duadan. En hakiki mürşit dinimdir, o da elbet ki sünnidir.
Atam! patır kütürdü kutlayan fişekler, ellerde kan kırmızı bayraklar. 
Atam! patlamalar heryerde: bir çocuğun elinde oyuncağı cumhuriyetin, patladı*. Çocuktan kopan eller havada, etraf kan revan.

Şüheda Fışkıracak Toprağı Sıksan Şüheda !
O Şühedalar ki :
‘herkes şühedasını bilsin!’ diyor reisler. Şühedaları reisler doğuruyor; fişekle, mermiyle ,copla, vesaire nice senelerce.

Atam! sen kalk da ben sana sarılam, içim gene kan revan.

Cumhur oluruz bazı zaman:  aşkta, aşta, savaşta, bayramda? 

Cumhuriyet, bayramınız kutlu olsun!

Kıt'a dur! bir ki...

*Cumhuriyetin 90 yılında ihtişamlı kutlamalar yapılırken İstanbulda, Şemdinli'de 8 yaşındaki Behzat Özen'in elinde, yerde bulduğu havan topu patladı.

22 Ekim 2013 Salı

EngelSizsiniz

Engelsizsiniz dediler, dediler de:  engel mi? engelsiz mi? olduk biz. Engeller var; önümde koydukları gorgoların*: dizildiler, geçemiyorum bir türlü. Atlamaya gücüm kesmiyor. Atlaya yazarken büyüyüveriyorlar. İş kafada bitiyor diyorlar. Oraya da koymadı mı gorgolar engelleri? Öyle gördüm ben, gorgoları Erbil'in heryerde….



Erbil'e yazılmış Arif mektuplar**, onlara bakıyordum ince ince, düşünceli. Kapısı açıldı dükkanın, kitap dükkanının. Tangur tungur gürültü eşliğinde zevzek bi adam sesi:‘Tamam mı oldu mu?‘. Soruya narince geldi yanıt: ‘Tamamdır çok teşekkür ederim'. Merak ettim döndüm kapıya doğru yavaşça. Papatya gibiydi yüzü genç kızın, kucağında çantası. Gülümseyerek girdi içeri, tekerleri çevirerek.  Amma ilerleyemedi: koridorlar pek dar, tekerlekli sandalyeye yer yoktu dükkanda. Bir tek girişte yığılmış Cemal Süreyya-ya temas edebildi. Temas ederken kitaplara deydi kolu: koridorlar çok dar tabi. Kitaplar devrileyazdı, çok sıkıldı çocuğun canı, yüzünden belli. Aldı bir Sevda Sözleri açtı baktı içine. Canım sıkıldı benim, çok kızdım koridorlara. Çıktım dükkandan kapıda iki kocaman basamak indim ben. Tekerler nasıl inecek? hangi yolda gidecek? İçim sıkıldı çok. Bağırmak istedim: Engelsizsiniz !
*Leyla Erbil (Leylâ Erbil),Tuhaf Bir Erkek - İş Bankası Kültür Yayınları
**Ahmed Arif, Leylim Leylim (Ahmed Arif'ten Leylâ Erbil'e Mektuplar)-İş Bankası Kültür Yayınları

2 Ekim 2013 Çarşamba

Gerçeğin Kurguda Kullanımı Üzerine


"Bir çocuk daha öldürüldü. Uyuşturan çetelerin kurşunu vurdu çocuğu. Polisimiz, emir kulumuz ne yapıyor çetelerle? El ele uyuşturuyor çocukları. Uyuşmayanlara kurşundan - plastikten mermileri, gaz dolu fişekleri var. İtina ile hedef alıyor; polisimiz, emir kulumuz.

Sabah çocuğun haberini okudum, içim burkuldu, burkuldu da kanadı; kanadı gene kırıldı memleketimin,  sarmaya bez mi kaldı?

Babasını; lütfetmişler emir kulları da çıkarmışlar ceza verdikleri evden. Gelmiş baba yüreği sarılmış yavrusunun kanamış bedenine. Ağıtlar yakmış, tabutu omuzladığı gibi gömecek. Dur! demişler, durmuş; şehitler ölmezmiş. Cenaze gömülmez, mahallede törenirmiş. Baba töreyememiş, cezalı tabi! eve geri dödürülmüş. Öyle yazmış gastede de içim burkuldu, burkuldu da kanadı; kanadı gene kırıldı. Cenaze kalakalmış günlerce gömülmeyi beklerken usanmış.

Ne diyeyim ben şimdi dedim. Dedim de düşe daldım. Düşte kalmazsa kalkamıyor insan. 
Biri yazsa hikayesi roman olur mu bu çocuğun?  
Amma yazmasınlar hikayesini!. Bu gastede okuduklarım gibi yazmasınlar. Yazana kurşun gelir, yazan yeni bi kurşun atar. O kurşun babanın yüreğini deler, dedenin içini burkar, dostlara dert, güzel çocuğa yeni kefen olur. Anneye: anneyi gömelim. Hem şehitler ölmezmiş. Yazmasınlar, olmasın roman. Böyle dedim ben kendi kendime."***



Kurgularında başkalarının gerçekliğini kendi bilinç süzgeçlerinden geçirip yazıya döküyor birçok yazar. Kurguya ister istemez yazarın bakış açısı yansıdığı için çok sorunlu metinler çıkabiliyor ( bence).

Aklıma yıllar önce okuduğum Oya Baydar’ın Erguvan KApısı adlı romanı geldi. Bu romanı keyifle okumama rağmen, yazarın direk doğruyu işaret etmesi ve okuyucu olarak bana hiç alan bırakmaması nedeniyle sevmemiştim (Oya Baydar ile aynı doğruya bakmama, kendisine bütün olarak hayranlık duymama rağmen). Romanı didaktik, karakterlerini sığ ve yapay bulmuştım. Oya Baydar’ın romanınında kullandığı ‘ölüm orucu’ hikayesi nedeniyle birtakım kişilerin ya da örgütlerin canının sıkıldığını duymuştum.


Geçenlerde ‘kültür mafyası’ adlı  bir dergi elime geçti. Orada benim tanıdığım bir insan üzerinden kesinlikle yanlış ve çok çok kırıcı bir ‘hikaye gibi şey’ kurgulanmıştı. Muhatap almayarak, ‘hikaye gibi şey’i yok saymayı kendime uygun görmüştüm.


Gerçek insanlar, olaylar üzerinden metin kurgulamak emek, ve çok yönlü empati gerektirmekte (bence tabi). Günümüz yazarlarından Ahmet Büke’yi çok başarılı buluyorum. Okuduğum her öyküsünde aldığım tat bani bambaşka bir ruh haline taşıyor. İş cinayetinden, kürt meselesine memleketin her türlü kanayan yarasını büyük bir ustalık, derin bir bakışla ele alıyor-Bence yani. Bu vesileyle: Sevgili Ahmet Büke öyküleri, tanıştığımıza çok memnun oldum!
not: karalama 94 de yapılmıştır


*** Maltepe Gülsuyu 'nda uyuşturucu çeteleri tarafından öldürülen genç Hasan Ferit Gedik ve bahsi geçen olayın haberi:
http://www.radikal.com.tr/turkiye/armutluda_gergin_bekleyis_suruyor-1153530

26 Eylül 2013 Perşembe

Örmek

"Seviyorum pencere  önünde örmeyi. Sokaktan gelene geçene bakıyorum ara sıra. Senelerdir örerim. Üste başa ördüklerim bir yana, perdeler, masaya yatağa örtüler... Ördüklerimi satmaya kalksam dükkanlara sığmaz, ilmikleri saymak bir ömre sığmaz.


Doktor, “Teyze, örme artık” dedi. Duramam ben evladım, örmeden nefes alamam. Örmek mi  beni eğriltti?  Boynuma, bileklerime, bacaklarıma ağrılar indi. Bendeki hastalık belki. Bazen ellerim, kollarım hareket etmez, öremem. İşte o zaman yaşamak bana zul gelir.


Kızım : “Örme artık, ihtiyacın mı var kazağa, ben de kullanmam bunları,  neden  örüyorsun?” diyor.  Torunlarım da istemiyor ördüklerimi. Ama ben örmeden duramıyorum evladım. Örmeyince insan nasıl diner, nasıl katlanır ..?


Çocukken kocamış insanları hiç sevmezdim. Ölsün artık bunlar, üstü kabuk bağlamışlar derdim. Bir nine vardı, körpe yanaklarımdan öpmeye çalışırdı rahmetli. Hemen gider elimi yüzümü yıkardım. Ben tertemizim çok şükür, elim ayağım tutuyor. Çok kızıyorum hala yaşadığıma, çok kızıyorum evladım."


Komşum Hatice teyze, benden selamı alır, nasılsın demeye kalmadan başlardı anlatmaya. Anlattıklarını dinlerken sıkılır, kaybettiğim zaman için üzülürdüm. Selası okunuyor rahmetlinin. Hatice teyzeden bende kalan, boynuma iliştirdiğim atkım ve kıymetsiz bir pişmanlık hissi şimdi.  


23 Eylül 2013 Pazartesi

Gerektiği İçin



Eski tanışım bir sokak satıcısı var. Sabahın erken saatlerinde, iki oğluyla birlikte köşebaşına tezgah kurar. Yuvarlak  kafasına yapışık saçları, kocaman gözlerinin tam ortasında duran hareketsiz göz bebekleri ile zihnime yer eden tanışımı ziyaret ettim. Gözlerinin akı sapsarı, cildi solgundu. Yanında sadece ufak oğlu vardı. Diğer oğlu geçenlerde ölmüş. Ölüm nedenini hakkında konuşmak istedim. Oğlunun ölmesi gerektiği için öldüğünü söyledi. Tezgahta duran ufak çocuğa bakakaldım. Üst başının her zamanki gibi pislik içinde,saçlarının yapak yapak olması dışında oldukça sağlıklı görünüyordu. Tanışa dönerek, kendisinin sarılık olabileceğini ve  büyük oğlunun da sarılık nedeniyle ölmüş olabileceğini, doktora gitmesi gerektiğini söyledim. Kendisinin ve ölen oğlunun sarılık olmadığını söyledi. Oğlu ölmesi gerektiği için ölmüş.

Ağustos 2013




not: karalama 95 de yapılmıştır

Muhbir


Bir grup insan büyük bir magaranın içerisindeydik. Sularla kaplı türlü odacıkları ile bir sarnıcı anımsatan bu mağaraya sığınmıştık. Dışarıda düşmanlarımız vardı ve ölmemek için onlardan kaçıyorduk. İçimizden bazılarının muhbir olduğunu düşünüyorduk. Muhbirler dışarıdaki düşmanlara seslenip yerimizi söyleyecekti. Bu nedenle önce muhbirleri yok etmek gerekiyordu. Benim elimde kılıca benzer  bir cisim vardı.  
Mağaranın dizlerime kadar suyla dolu odalarından birinde yatak vardı.  Birisi yatağın üzerine uzanmıştı ve ben onun muhbir olduğunu, bu nedenle öldürülmesi gerektiğini düşündüm. En öldürücü darbe olacağı için elimdeki cismi alnının ortasına batırdım. ‘Çılok’ diye canlı bir ses çıktı. Cansız bedeni ardımda bırakıp mağaranın içerisindeki odalarda ilerlemeye devam ettim. Az ilerde gene bir yatak vardı. Yatakta bir çocuk oturmaktaydı. Çocuğun muhbir olduğunu düşündüm. Elimdeki cismi öldürücü darbeyi vurmak için yukarı kaldırdığımda birden kendimi ve öldüreceğim çocuğu uzaktan gördüm. Öldürülmesi gereken çocuk henüz dört yaşında olan oğlumdu. Ben ise kafasında siyah fötr şapkası olan, sivri çeneli, düz saçlı, kırmızı pelerinli bir adamdım. 
Kendimi ve öldürülmesi gerekli oğlumu uzaktan gördükten sonra o bedenden sıyrıldım ve izlemeye koyuldum. Adam elindeki cismi oğlumun alnına batırdı. Oğlum aldığı darbeden sonra  sevimli ve çocukça şeyler söylemeye başladı. Bunun üzerine sinirlenen adam cismi oğluma rastgele batırmaya başladı. Oğlum üzgün ve kanlı yüzüyle hüzünlü şeyler söyledi. Taze kanın kesif kokusu burnuma geldi. Adam oğlumun kafasını kesti ama oğlumun sesi dinmedi, ses kulaklarımda yankılandı. Uyandım! burnumda kan kokusu ve sevimli çocukça cümlelerle...

Ağustos-2013



"Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise, bir dava uğrunda gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir." Çavdar Tarlasında Çocuklar J.D Salinger  S:176

Ölmek, öldürmek istemedim. Olgunlaşmış bir insan olduğumdan değil elbet: Gösterişsiz biçimde yaşama isteğim dava uğruna değil, mecburiyettendir. Düşünüyorum, dudaklarım mühürleniyor. V e tek yapabildiğim; kabusus görmek... 


1995 den kalan bir karalama






22 Eylül 2013 Pazar

İnsanlık Anıtından Sonra

Bienal ziyaretim, kamuyu, öteki-leri, şehri, sistemi, bir araç olarak sanatı ,… yeniden düşünmeme sebep oldu. Eserlerden bir tanesi “ İnsanlık Anıtı: Yardım Eden Eller ” ismini taşıyordu. İki dudağın arasından çıkan bir söz ile yıkılan, Kars’ taki  “ucube” eser, Bienal'de yeniden üretilmiş ve düşünmeye, hissetmeye, anlamaya birkere daha vesile olmuş.
İnsanlık anıtının yıkımı bende derin bir öfke yaratmıştı. Bienal ile  anıtın  karşıma çıkması, anıtın yeniden üretilmiş ve üretilecek olması tatlı bir duygu.
Ben de çapım kadar İnsanlık anıtını yeniden üretmeye çalışmıştım. Derinlik ve estetikten yoksun olduğumun farkındayım elbet. Ama elimden gelen bununla sınırlı. Umuyorum; sınırlarımı ve çapımı genişletebilirim.



Yol-mak
“İnsanlık  anıtının başı hava şartlarına rağmen kesildi”  haberi gazetelerin ilk sayfalarını doldurdu. Gökten insanlığın  gözyaşıları indi, o gözyaşıları sonra buhar oldu.

Şerife’nin  gözünden de inidi o gün gözyaşları, anıttan uzak bir şehirde, yaşamaya çabaladığı dört duvar atölyede. Şerife sildi gözyaşlarını, yüzünü duvardaki aynaya döndü. Çok zaman olmuş sanki aynaya bakmayalı, görüntüsüne ürperdi. Uzunca baktı kendine, bakışları derinleşti. Aynada kaybolayazarken, ayaklarına sürünen kedisi Pırtav’a irkildi. Şerife’nin yüzünü derin, şefkatli  bir tebessüm bürüdü. “Bahar geldi, unuttun beni Pırtav. Bu sabah gözlerim yollarda kaldı.” diyerek, Pırtav’ın mama kasesini doldurdu. Pırtav  mamayı yedi, uzun uzun baktı. Şerife’ye. Sonra mutfağın korkuluklu penceresinden, geldiği yoldan, gitti.

Parlak bahar güneşi,  Moda’nın ara sokaklarında  geziniyor.  Şerife atölyeye çevirdiği  evin bahçeye bakan salonunda, güneşle canlanan, rüzgarla salınan bitkileri izliyor.  Güneş  usuldan  odanın içine giriyor. Ortada duran, kocaman, eski,  ceviz çalışma masasında dolanıyor ilkin. Köşede üzeri çarşafla örtülü  şövaleyi , raflara dizilimiş kitapları, fotoğrafları, bibloları, ufak heykelleri, özenle hazırlanmış rengarenk figürlerin olduğu seramik kapkacakları yokluyor.  Kenardaki kanepeye ilişmeden  güneş atölyeyi terk ediyor. Ortalığın kararmasıyla  Şerife  ışığı yaktı. Daha önce hazırladığı kalıbı masaya koydu. Gene, görmek dahi istemediği eseri için kalıba dökeceği malzemeyi yeniden hazırlıyor, bir yandan da söyleniyor: “ Yıllardır aynı büst, siparişi al- yap!  Sanatım...”  Nefesinin sesi kesik kesik Şerife’nin.  Kendi kendine söylenmeye devam ediyor, elleri giderek hızlanıyor, bir an önce siparişi bitirmek istiyor.  Gözünün önüne gelen saçlarını koluyla geri atıyor.  Aniden tok bir ses duyuldu. Kalıp masadan düştü, Şerife artık sövüyor. İşi gücü bırakıp, köşedeki  kanepeye oturdu. Bir sigara yaktı, kanepeye uzandı. Sigaradan yayılan dumanı seyre dalmışken tavanda bir başına çırılçıplak duran ampulün ışığı zayıfladı, sonra ışık yok oldu.  El yordamıyla yaktığı mumu masaya koydu Şerife,  masada put gibi oturuyor.  Pürüzlü, kalınca, saman renginde sayfaları olan defterini açtı, sayfayı karalamaya başladı.  Sayfayı dolduran çizgiler, aylar sonra bitirebileceği  “yol-mak” isimli tablosunda çırpınan bir kadıncık oldu. Kadının gözlerinin altında halkalar, çelimsiz bacaklarıyla yürümeye çabalıyor. Bitkin, umutsuz, elinde bohçası. Bohçasını yüreğine yaklaştırıyor, ürkek, yaşlı gözlerle  Şerife’yi süzüyor.  Kitaplar yazarmış  kocası.  Çok sevmişler birbirlerini.  Aşkla doldurdukları yaşamlarını karabasanlar sarmış.  Bir gün kocasından haber alamamış. Haberi gelmeyen çok insan varmış. Gelen haberler karadelik olmuş, kaçanlar yollara düşmüş.

Şafak söktü. Söküğün yerini derin bir boşluk doldurdu. Hiç bunca yorgun bir sabaha tanık olmamıştı Şerife. Çorak ve ıssız yollarda boy boy titrek silüetler sayfalarca yürüyor. 

Kadının bakışları boşlukta uzadı. Bohçasını saldı. Titrek bacakları salındı, dizleri kırıldı, ayakları yerden kesildi.  Avuçlarından önce silik yüzü gördü; sert, kuru, kokusu bile olmayan toprağı.  Nasırlı, kirli elleriyle doğrulmaya çalışıyor. Ellerine güç verdikçe, kemikleri ve damarları nasırlı deriyi parçalayacak gibi oluyor. Doğrulamıyor kadıncık. Gözlerinin feri gittikçe azalıyor.

Şerife’nin güngörmüş elleri yüzünü örtüyor: “Dayan, dayanmalısın...” diyor,  ama olmuyor. Kadının  tükenmiş bedeni doğrulamıyor. Yürüyüş devam ediyor.

Şerife’nin buz kesmiş ayaklarına Pırtav  süründü. Şerife sarıldığı kedisine yaşlı gözlerle  yitirdiğinin adını fısıldadı : “ Nadin’di onun adı….”  

Yukarıdaki Yol-mak adlı kurguyu 2010 un sonlarında  yazmış olmalıyım. Fethiye Çetinin'in Annanem adlı kitabını yeni okumuş ve gözyaşlarımı dindirememiştim. Gittiğim kurs için  bir ödev yapmam gerekiyordu. Ödevden bu çıktı. Kimse ne anlattığımı anlamadı ama neyse...  Aşağıda  anıtı resmetmeye çalıştım: