26 Eylül 2013 Perşembe

Örmek

"Seviyorum pencere  önünde örmeyi. Sokaktan gelene geçene bakıyorum ara sıra. Senelerdir örerim. Üste başa ördüklerim bir yana, perdeler, masaya yatağa örtüler... Ördüklerimi satmaya kalksam dükkanlara sığmaz, ilmikleri saymak bir ömre sığmaz.


Doktor, “Teyze, örme artık” dedi. Duramam ben evladım, örmeden nefes alamam. Örmek mi  beni eğriltti?  Boynuma, bileklerime, bacaklarıma ağrılar indi. Bendeki hastalık belki. Bazen ellerim, kollarım hareket etmez, öremem. İşte o zaman yaşamak bana zul gelir.


Kızım : “Örme artık, ihtiyacın mı var kazağa, ben de kullanmam bunları,  neden  örüyorsun?” diyor.  Torunlarım da istemiyor ördüklerimi. Ama ben örmeden duramıyorum evladım. Örmeyince insan nasıl diner, nasıl katlanır ..?


Çocukken kocamış insanları hiç sevmezdim. Ölsün artık bunlar, üstü kabuk bağlamışlar derdim. Bir nine vardı, körpe yanaklarımdan öpmeye çalışırdı rahmetli. Hemen gider elimi yüzümü yıkardım. Ben tertemizim çok şükür, elim ayağım tutuyor. Çok kızıyorum hala yaşadığıma, çok kızıyorum evladım."


Komşum Hatice teyze, benden selamı alır, nasılsın demeye kalmadan başlardı anlatmaya. Anlattıklarını dinlerken sıkılır, kaybettiğim zaman için üzülürdüm. Selası okunuyor rahmetlinin. Hatice teyzeden bende kalan, boynuma iliştirdiğim atkım ve kıymetsiz bir pişmanlık hissi şimdi.  


23 Eylül 2013 Pazartesi

Gerektiği İçin



Eski tanışım bir sokak satıcısı var. Sabahın erken saatlerinde, iki oğluyla birlikte köşebaşına tezgah kurar. Yuvarlak  kafasına yapışık saçları, kocaman gözlerinin tam ortasında duran hareketsiz göz bebekleri ile zihnime yer eden tanışımı ziyaret ettim. Gözlerinin akı sapsarı, cildi solgundu. Yanında sadece ufak oğlu vardı. Diğer oğlu geçenlerde ölmüş. Ölüm nedenini hakkında konuşmak istedim. Oğlunun ölmesi gerektiği için öldüğünü söyledi. Tezgahta duran ufak çocuğa bakakaldım. Üst başının her zamanki gibi pislik içinde,saçlarının yapak yapak olması dışında oldukça sağlıklı görünüyordu. Tanışa dönerek, kendisinin sarılık olabileceğini ve  büyük oğlunun da sarılık nedeniyle ölmüş olabileceğini, doktora gitmesi gerektiğini söyledim. Kendisinin ve ölen oğlunun sarılık olmadığını söyledi. Oğlu ölmesi gerektiği için ölmüş.

Ağustos 2013




not: karalama 95 de yapılmıştır

Muhbir


Bir grup insan büyük bir magaranın içerisindeydik. Sularla kaplı türlü odacıkları ile bir sarnıcı anımsatan bu mağaraya sığınmıştık. Dışarıda düşmanlarımız vardı ve ölmemek için onlardan kaçıyorduk. İçimizden bazılarının muhbir olduğunu düşünüyorduk. Muhbirler dışarıdaki düşmanlara seslenip yerimizi söyleyecekti. Bu nedenle önce muhbirleri yok etmek gerekiyordu. Benim elimde kılıca benzer  bir cisim vardı.  
Mağaranın dizlerime kadar suyla dolu odalarından birinde yatak vardı.  Birisi yatağın üzerine uzanmıştı ve ben onun muhbir olduğunu, bu nedenle öldürülmesi gerektiğini düşündüm. En öldürücü darbe olacağı için elimdeki cismi alnının ortasına batırdım. ‘Çılok’ diye canlı bir ses çıktı. Cansız bedeni ardımda bırakıp mağaranın içerisindeki odalarda ilerlemeye devam ettim. Az ilerde gene bir yatak vardı. Yatakta bir çocuk oturmaktaydı. Çocuğun muhbir olduğunu düşündüm. Elimdeki cismi öldürücü darbeyi vurmak için yukarı kaldırdığımda birden kendimi ve öldüreceğim çocuğu uzaktan gördüm. Öldürülmesi gereken çocuk henüz dört yaşında olan oğlumdu. Ben ise kafasında siyah fötr şapkası olan, sivri çeneli, düz saçlı, kırmızı pelerinli bir adamdım. 
Kendimi ve öldürülmesi gerekli oğlumu uzaktan gördükten sonra o bedenden sıyrıldım ve izlemeye koyuldum. Adam elindeki cismi oğlumun alnına batırdı. Oğlum aldığı darbeden sonra  sevimli ve çocukça şeyler söylemeye başladı. Bunun üzerine sinirlenen adam cismi oğluma rastgele batırmaya başladı. Oğlum üzgün ve kanlı yüzüyle hüzünlü şeyler söyledi. Taze kanın kesif kokusu burnuma geldi. Adam oğlumun kafasını kesti ama oğlumun sesi dinmedi, ses kulaklarımda yankılandı. Uyandım! burnumda kan kokusu ve sevimli çocukça cümlelerle...

Ağustos-2013



"Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise, bir dava uğrunda gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir." Çavdar Tarlasında Çocuklar J.D Salinger  S:176

Ölmek, öldürmek istemedim. Olgunlaşmış bir insan olduğumdan değil elbet: Gösterişsiz biçimde yaşama isteğim dava uğruna değil, mecburiyettendir. Düşünüyorum, dudaklarım mühürleniyor. V e tek yapabildiğim; kabusus görmek... 


1995 den kalan bir karalama






22 Eylül 2013 Pazar

İnsanlık Anıtından Sonra

Bienal ziyaretim, kamuyu, öteki-leri, şehri, sistemi, bir araç olarak sanatı ,… yeniden düşünmeme sebep oldu. Eserlerden bir tanesi “ İnsanlık Anıtı: Yardım Eden Eller ” ismini taşıyordu. İki dudağın arasından çıkan bir söz ile yıkılan, Kars’ taki  “ucube” eser, Bienal'de yeniden üretilmiş ve düşünmeye, hissetmeye, anlamaya birkere daha vesile olmuş.
İnsanlık anıtının yıkımı bende derin bir öfke yaratmıştı. Bienal ile  anıtın  karşıma çıkması, anıtın yeniden üretilmiş ve üretilecek olması tatlı bir duygu.
Ben de çapım kadar İnsanlık anıtını yeniden üretmeye çalışmıştım. Derinlik ve estetikten yoksun olduğumun farkındayım elbet. Ama elimden gelen bununla sınırlı. Umuyorum; sınırlarımı ve çapımı genişletebilirim.



Yol-mak
“İnsanlık  anıtının başı hava şartlarına rağmen kesildi”  haberi gazetelerin ilk sayfalarını doldurdu. Gökten insanlığın  gözyaşıları indi, o gözyaşıları sonra buhar oldu.

Şerife’nin  gözünden de inidi o gün gözyaşları, anıttan uzak bir şehirde, yaşamaya çabaladığı dört duvar atölyede. Şerife sildi gözyaşlarını, yüzünü duvardaki aynaya döndü. Çok zaman olmuş sanki aynaya bakmayalı, görüntüsüne ürperdi. Uzunca baktı kendine, bakışları derinleşti. Aynada kaybolayazarken, ayaklarına sürünen kedisi Pırtav’a irkildi. Şerife’nin yüzünü derin, şefkatli  bir tebessüm bürüdü. “Bahar geldi, unuttun beni Pırtav. Bu sabah gözlerim yollarda kaldı.” diyerek, Pırtav’ın mama kasesini doldurdu. Pırtav  mamayı yedi, uzun uzun baktı. Şerife’ye. Sonra mutfağın korkuluklu penceresinden, geldiği yoldan, gitti.

Parlak bahar güneşi,  Moda’nın ara sokaklarında  geziniyor.  Şerife atölyeye çevirdiği  evin bahçeye bakan salonunda, güneşle canlanan, rüzgarla salınan bitkileri izliyor.  Güneş  usuldan  odanın içine giriyor. Ortada duran, kocaman, eski,  ceviz çalışma masasında dolanıyor ilkin. Köşede üzeri çarşafla örtülü  şövaleyi , raflara dizilimiş kitapları, fotoğrafları, bibloları, ufak heykelleri, özenle hazırlanmış rengarenk figürlerin olduğu seramik kapkacakları yokluyor.  Kenardaki kanepeye ilişmeden  güneş atölyeyi terk ediyor. Ortalığın kararmasıyla  Şerife  ışığı yaktı. Daha önce hazırladığı kalıbı masaya koydu. Gene, görmek dahi istemediği eseri için kalıba dökeceği malzemeyi yeniden hazırlıyor, bir yandan da söyleniyor: “ Yıllardır aynı büst, siparişi al- yap!  Sanatım...”  Nefesinin sesi kesik kesik Şerife’nin.  Kendi kendine söylenmeye devam ediyor, elleri giderek hızlanıyor, bir an önce siparişi bitirmek istiyor.  Gözünün önüne gelen saçlarını koluyla geri atıyor.  Aniden tok bir ses duyuldu. Kalıp masadan düştü, Şerife artık sövüyor. İşi gücü bırakıp, köşedeki  kanepeye oturdu. Bir sigara yaktı, kanepeye uzandı. Sigaradan yayılan dumanı seyre dalmışken tavanda bir başına çırılçıplak duran ampulün ışığı zayıfladı, sonra ışık yok oldu.  El yordamıyla yaktığı mumu masaya koydu Şerife,  masada put gibi oturuyor.  Pürüzlü, kalınca, saman renginde sayfaları olan defterini açtı, sayfayı karalamaya başladı.  Sayfayı dolduran çizgiler, aylar sonra bitirebileceği  “yol-mak” isimli tablosunda çırpınan bir kadıncık oldu. Kadının gözlerinin altında halkalar, çelimsiz bacaklarıyla yürümeye çabalıyor. Bitkin, umutsuz, elinde bohçası. Bohçasını yüreğine yaklaştırıyor, ürkek, yaşlı gözlerle  Şerife’yi süzüyor.  Kitaplar yazarmış  kocası.  Çok sevmişler birbirlerini.  Aşkla doldurdukları yaşamlarını karabasanlar sarmış.  Bir gün kocasından haber alamamış. Haberi gelmeyen çok insan varmış. Gelen haberler karadelik olmuş, kaçanlar yollara düşmüş.

Şafak söktü. Söküğün yerini derin bir boşluk doldurdu. Hiç bunca yorgun bir sabaha tanık olmamıştı Şerife. Çorak ve ıssız yollarda boy boy titrek silüetler sayfalarca yürüyor. 

Kadının bakışları boşlukta uzadı. Bohçasını saldı. Titrek bacakları salındı, dizleri kırıldı, ayakları yerden kesildi.  Avuçlarından önce silik yüzü gördü; sert, kuru, kokusu bile olmayan toprağı.  Nasırlı, kirli elleriyle doğrulmaya çalışıyor. Ellerine güç verdikçe, kemikleri ve damarları nasırlı deriyi parçalayacak gibi oluyor. Doğrulamıyor kadıncık. Gözlerinin feri gittikçe azalıyor.

Şerife’nin güngörmüş elleri yüzünü örtüyor: “Dayan, dayanmalısın...” diyor,  ama olmuyor. Kadının  tükenmiş bedeni doğrulamıyor. Yürüyüş devam ediyor.

Şerife’nin buz kesmiş ayaklarına Pırtav  süründü. Şerife sarıldığı kedisine yaşlı gözlerle  yitirdiğinin adını fısıldadı : “ Nadin’di onun adı….”  

Yukarıdaki Yol-mak adlı kurguyu 2010 un sonlarında  yazmış olmalıyım. Fethiye Çetinin'in Annanem adlı kitabını yeni okumuş ve gözyaşlarımı dindirememiştim. Gittiğim kurs için  bir ödev yapmam gerekiyordu. Ödevden bu çıktı. Kimse ne anlattığımı anlamadı ama neyse...  Aşağıda  anıtı resmetmeye çalıştım: