12 Temmuz 2014 Cumartesi

Max Frisch: Stiller - Homo Faber

İsveçli mimar ve yazar Max Frisch'in iki romanı Stiller ve Homo Faber'i üst üste okudum. 

Yazar Stiller'i  54 de yazmış. İçine bulunduğu  kimliği red eden bir heykeltraştır Stiller. Romanın kahramanı  Stiller, "Stiller" değildir. Romanın ilk cümlesi de budur: "Ben Stiller değilim!" 

Romanın ilk bölümü Hapishanede Stiller olmadığını söyleyen bir adamın yedi defterden oluşan günlüklerinden oluşur. Günlükler Mr. White tarafından yazılmıştır. 

Mr White, uzun zamandır kayıp heykeltraş  Stiller olduğu  için tutuklanmıştır. Okuduğumuz ilk defterdeki günlükte,  Stiller olduğunu red eden ve isminin White olduğunu söyleyen kişinin hapishanedeki zihnindeyizdir. Daha sonra Stiller'in hayatına sokuluruz. Günlüklerde Stiller'in karısı Julika,  Stiller'in eski dostu Rolf ( bu davanın da savcısıdır), savcının karısı Sibylle, doktor, avukat ve gardianla diyaloglara yer verilerek günlükleri yazan mr.White/Stiller? in zihninde, geçmişinde dolaşırız. 

Kitabın ikinci ve  bölümü ise "Savcının son deyişi" adında kısacık bir bölümdür. Savcının Stiller'i dava sonrası ziyaretini anlatır. Dışarıdan kimlik meselesinin yetkin bir analizidir aslında bence bu bölüm. 

Yazar Stiller adlı romanıyla bireyin içinde olduğu kimlik meselesini sorgulamıştır diyebilirim. Romanın kurgusu çok güzel. Okur bir an bile romanın etkisinden çıkmıyor. 

Alıntı YKY 4.Baskı Sayfa 311: :
Evet; - Bu deftere yazdığım şeyleri kim okuyacak ki?Yinede şuna inanıyorum ki insan yazdıklarını birinin okuyacağını düşünmeden bir şey yazmaz bu kişi yazarın kendisi olsa bile.Sonra şunu soruyorum kendi kendime:İnsan kendisi de katılmadan birşey yazabilir mi?İnsan kendi kendine yabancı olmak ister.Benim gerçekliğim oynadığım rolde değil kendı kendime ne tür bir rol vericeğim konusunda bilmeden aldığım kararda yatmaktadır.Kimi zaman bir yılanın derisinden sıyrılması gibi bizimde yazılanlardan sıyrılıp çıktığımız duygusuna kapılırım.İşte olay bu insan kendi kendisini yazıya dökemez ancak yılan gibi deri değiştirebilir.Ama bu ölü deri ile kim ilgilenebilir ki?Okuyucunun kendisinden başka birşey okuyup okuyamıyacağı yolunda sık sık ortaya çıkan soruya gerek kalmıyor:Yazı yazmak okuyucularla bağlantı kurmak değildir.İnsanın kendi kendisiyle bağlantı kurması da değildir.Yazı yazmak ifade edilemeyenle bağlantı kurmaktır.İnsan kendisini ne kadar kesin bir biçimde dile getirebilirse yazarı zorlayan ve harekete geçiren ifadesi güç şey yani gerçekte o kadar saf ve temiz görünür.Suskun kalmak için dilimiz var.Susan kişi suskun sayılmaz.Susan kişi kim olmadığının farkında bile değildir. 
Savcının sözleri sayfa 383:
İnsanı o güne kadar olan yaşamına yavaş yavaş ya da ansızın yabancılaştıran şey, kendini tanımasıdır ve bu tanımailk adımdır, atılması zordur, ama kesinlikle yeterli değildir. Tam da bu adımı atıp kalan, salt kendini tanımanın verdiği melankoliyle yetinen ve bu kendini tanımaya olgunluk süsü veren ne çok insan tanırız! Sanırım Stiller bunu aşmıştı, kayıp olmayı seçtiği zaman zaten aşmıştı. İkinci ve daha zor adımı atmak üzereydi, yani olmayı çok istediği kişi olmaya katlanmaktan kurtulup,  kim ise o olmak üzereydi. İnsanın kendisini kabullenmesi kadar güç bir şey olamaz
************************
Homo Faber yazarın 57 tarihli romanı. Roman kahramanı Walter Faber adında 50 yaşında bir mühendis. KAhramanımız duygularla ilgili olan herşeyi reddeden ve dışsal-somut gerçekleri kısa ve birbirine benzeyen teknik cümle anlatan biri. Roman bu kahramanın dilinden yazılmış. 
Kitapta temel olarak iki dünya görüşü iki ana karakterde temsil edilmiş. Biri romanın anlatıcısı meslektaşım:"mühendis" Walter Faber ya da Hanna'nın onu adlandırdığı haliyle " Homo faber" (teknik insan), bir diğeriyse Walter Faber'in eski sevgilisi sanat tarihçisi Hanna Landsberg, ya da Walter'ın onu adlandırdığı gibi "Sanat perisi".

Romanın bittiğinde Homo Faber'in yaşadıklarından sonra insan bir düşünüyor: 
Bukadar hesap-kitap, riskleri önleme gayreti, öğretilmiş korkular eşliğinde yaşadığın bu dünyada duygularını ve arzularını  sürekli bastırarak yaşamak, kendi özüne dönüp de bakmamak nekadar "akılcı"?  

Etrafında ve içinde Homo-Faberler döşenmiş bi kişi olarak bana çok iyi geldi homo-faber okumak. 



7 Temmuz 2014 Pazartesi

12 kızgın adam

1957 yılında çekilmiş bu film önyargıları, hukuğu, toplumsal eşitsizliği, bireysel tutumları, vicdanı sorgulatıyor. Film elbet siyah beyaz. İlk sahnadeki etkileyici bir açıdan verilen mahkeme binası , son sahnedeki mahkemeden çıkış sahnesi ve bir tuvalette el yıkama sahnesi dışında , filmin tamamı bir odada geçiyor.

Filmin kısa özetini yapayım:

Film bir cinayet davasında, yargıcın jüriye seslenişiyle başlar. Amerikan yaslarına göre jüri, şüphelinin suçlu ya da  suçsuz olduğuna dair kararı oybirliği ile almalıdır. Üyelerinin farklı kararı olması durumunda, jüri kendini fesedecek ve dava yeniden görülecektir. Dava,  şehrin yoksul ve dışlanmışların yaşadığı bölgesinde işlenen cinayete ilişkindir. Cinayeti işleyen kişinin öldürülen adamın öz oğlu idda edilmektedir. Jüri, bu  çocuk zanlının babasını öldürüp öldürmediğine karar verecektir. Jürinin vereceği kararda çocuk suçlu bulunursa  cezası elektrikli sandalye ile idam olacaktır.  Jüri üyeleri  davayı jüri odasında tartışır. Bir Jüri üyesi dışında tüm üyeler cinayeti çocuğun işlediğine emin olduklarını beyan eder. Henry Fonda’nın canlandırdığı sekiz numaralı jüri üyesi (Fimin sonuna kadar hiç kimsenin ismi telafuz edilmez.) “Elimi kaldırıp bir çocuğu ölüme gönderemem.” diyerek diğer jüri üyelerine  karşı çıkar. Mahkemedeki tanıklıkların  muhasebesi yapılır. Derin, gergin  bir tartışma yürür jüri üyeleri arasında. 

Sistem, toplumsal önyargılar, ölüm cezası, yargılama ve savunma süreçleri hakkında izleyici de Jüri üyeleri ile düşünmeye zorlanır. 

Film izleyiciyi bir an bile boş bırakmıyor. Merakla, hafif gergin,  birsürü derin meseleyi farklı bakışaçılarıyla düşünerek filmi izler seyirci. 

İzlediğim farklı, her yönden beni oldukça doyuran bir filmdi "12 kızgın adam". Yönetmen Sidney Lumet’in ilk yönetmenlik denemesiymiş. 

Amerikan hukuk sistemi bizimkinden oldukça farklı olsa da filmdeki hukuk felsefesi evrensel diyebilirim. 

4 Temmuz 2014 Cuma

Kış Uykusu

Türk Sinemasının Cannes'den yetkinliği tescilli bi filmi Kış uykusu. Ödülü bol, beğeneni çok, beğenmeyip dil uzatanı da. Ben de gittim izledim, 3 saat 16 dakikalık bu filmi. 

Filmin  özetini beyazperde.com dan kopya  edeyim:
Aydın emekli bir tiyatrocudur; oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya'ya babasından yadigar kalan butik oteli işletmek için geri döner. Aydın o günden sonra başlayan kış uykusu bu gözlerden ırak otelin içerisindeki gündelikleriyle, kah yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak kah her zaman niyetlendiği ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünerek geçer. Tüm bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk davranan genç karısı Nihal ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla... Kışın bastırması ve artan kar yağışı bu küçük taşrada en çok Aydın'ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder... 
Bu özette filmin girişinde ve sonrasında filmin önemli bir yerinde duran "Aydın" adamın kiracılarına değinilmemiş. Oysa bence kiracı aile ve ailenin "Aydın" adamla ilişkisi çok katmanlı bu filmin en derin katmanı. 

Nuri Bilge Ceylan'ın önceki filmlerinden farklı bir noktada duruyor Kış Uykusu. Ceylan'ın daha önceki filmi -Bir Zamanlar Anadolu'da da edebi havayı solumuştuk. Kış Uykusu'nun edebi dünyasına iyice dahil oluyor izleyici. Filmin görsel yönü elbet güçlü ancak yönetmenin diğer filmlerindeki gibi görselliğin hakimiyeti yok filmde. Dış mekandan çok iç mekanlar kullanılmış ve kişilerin diyaloglarıyla ilerliyor film. Filmin temeli, toplumdaki sınıfsal, cinsiyet-sel, kültür-el durum üzerine kurulmuş. Bu anlamda politik bir film diyebiliriz Kış Uykusu için. Ancak alışılagelmiş politik filmlerin acı tadı yok. 

Seneryo bana kalırsa çok iyi. Üzerine çok düşünülmüş ve en ince ayrıntıya kadar özenle döşenmiş. Yetkin seneryo üzerine usta oyunculuklar, güzel kamera açıları da eklenince ... 

Ben filmdeki karakterleri yapay bulmadım. Bir yanıyla "Yapaylığı" da sorgulayan bir filmde karakterler yapay bulunuyorsa... 
İsmail karakteri için ise yapay değil, gerçek üstü diyebilirim. Vicdanı deşen bu filmde özellikle gerçek üstü kurgulanmış, çok da iyi olmuş.

Film hiç uzun olmamış. Bir an bile sıkılmadım. Her sahnede izleyiciye tutulan ayna var. Aynaya bakmamıştır belki filmden sıkılanlar?

Filmdeki "Aydın" eleştirisinin, aydınların memleketteki müşkül hali nedeniyle garipsendiğine dair yazılar okudum. Ancak  2011 yapımı O.Ünlü'nün "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi"  filmindeki gibi apansız, işaretini yanlış yere koymuş bir Aydın eleştirisi yok filmde. 

Bu filmi izlerken, izleyici olarak her filmde tutunabildiğim bir dal aradığımı farkettim. Bu filmde o dalı zor buldum: 
Film boyunca dört sahnede beliren kiracının oğlu İlyas ve kiracı İsmail'in gözünden titrekçe dökülen bir damla gözyaşı.
O zoraki akan bi damla gözyaşını bulduğumda film benim için bitti. Acaba yönetmen de burda bitirseydi filmini; Aydın Beyi Nihal-ine döndürmeseydi izleyici çok mu ezilirdi? Bi damla gözyaşıyla?